21 Haziran 2023 Çarşamba

Yetmez

 Konuş diyorlar, söyle içindekileri

Ama nasıl?

Hislerimi anlatmaya kalksam,

yıldızların ömrü yetmez.

Oysa nefesim,

bir kelebeğinki kadar...

28 Şubat 2023 Salı

Küçük Kız, Tren ve Köpek ( Version 2)

‘Baba korkma! Korkma ben seni korurum!’

Nefes nefese fırlıyorum yataktan. İstemsizce sağ bileğimi tutuyorum. Bir rüyada insan acıyı bu denli nasıl hisseder? Sakince yatağa oturuyorum. Gerçek olmadığını bildiğim halde elimi titreyerek çekiyorum bileğimden. Bir şey yok ama acısı hala orada. Kendime gelmem dakikalar alıyor. Birden,

‘İyi de o gece beni köpek ısırmamıştı ki!’ diyorum kafam karışarak. Isırdı mı yoksa diye şüpheye düşüyorum.

Otuz küsur seneki bir olay nasıl oluyor da kâbus gibi çöküyor üzerime, anlayamıyorum. Rüyalar kendimi bildim bileli bir mesaj taşır bana. Üstelik sadece benimle ilgili olması da gerekmez. Çevremde samimi olmadığım kişilere ait haberler de gelir kimi zaman. O yüzden hiç hafife alamam onları. Unutup gidemem, sabah gözlerimi açtığımda. Kimisi bir destan gibi uzun, kimisi unutulmaz detaylara sahip olur. Yorgun kalktığım sabahları bilirim başka bir âlemde uyanıkmışım gibi. Rüyalar âleminin efendisi olan bir Yusuf değilim elbet. Benimkiler de kendi çapınca, kendim kadar derinlikleri.

Kalp atışlarım düzelince gördüğüm şeyleri hatırlamaya çalışıyorum ama hayretle silindiğini fark ediyorum zihnimde. Ne kadar zorlasam da gözümün önüne gelmiyorlar. Tek bir detay olan köpek ısırığı kalıyor sadece. Köpek düşman demek, biliyorum anlamını. Üstelik ısırmış, zarar göreceğim. ‘Yine mi?’ diye geçiriyorum içimden. Bir bıkkınlık... Isırılınca bakarım çaresine diye iç geçiriyorum. 

Yatağın içine kıvrılsam da uyku tutmuyor. Gecenin üçünde işin yoksa dal şimdi diyorum. En az iki saat dön babam dön. Ne ayaklar ısınır ne eller. İstersen üç kat çorap giy bana mısın demez. Ayağın soğukluğu delirtir, uykusuzluk gerer. Bir de düşman varmış üstüne!

‘O köpek beni niye ısırdı ki?’ diye kafama takılıyor yeniden. Üç, dört yaşlarımdaki o güne geri dönüyorum zar zor. Bu gizemi çözmeliyim diyorum. Oldukça eski bir mahallede yürüyoruz. Yanımda babam, tutmuş elimi. Üstümde kırmızı bir tulum. Hava ılık. Vraklayan kurbağa sesleri. Kafamı kaldırıp aya baktığımı hatırlıyorum. İçimde hiç korku yok. Nereye gidiyoruz, kimin yanına, hangi şehirdeyiz bilmiyorum. Annem neden yanımızda değil söylenmişse bile o yaşta anlamam ne kadar mümkün…

Biraz daha zorluyorum kendimi ne olmuştu o gece diye. Babamın bıyıkları geliyor gözlerimin önüne. Hafif kıvırcık saçları. Saçları beni şaşırtıyor, saçları dökülmemiş! Göbeği de yok! Tuhafıma gidiyor bu görüntü. Sanki babam değil. Ben başka, o başka. Bu şaşkınlık anı beni farklı bir güne götürüyor; içindekilerin kökleri kadar eski, şehrin içinde ayrı bir cumhuriyet gibi kendine has gelenekleri olan gecekondu mahallemize. Kardeşimle heyecan içindeyiz. Vakit yaklaşmış. Gözlerimizi köşe başına dikmişiz. Caddeden kırmızı belediye otobüsü geçiyor. İkimiz de hazırız. Ve babam görünüyor. Maraton koşucularına taş çıkarır gayretle atılıyoruz. Kardeşim taşlı yolda bir iki sefer tökezleyip düşüyor. Ağlıyor bana yetişemediği için. Tozlu elleriyle gözyaşlarını siliyor, suratını çamur yapıyor. Yine de kalkıp devam ediyor. Babam kollarını açmış. Yüzünde kocaman bir gülümseme. Tüm mahalle biliyor bu anı. Şahit olmuş defalarca. Ayıp karşılamıyor artık. Babam onları umursamıyor en başından. Kollarını her seferinde sonuna kadar açıp bizim ona sarılmamızı bekliyor. İki kardeşi kucaklayıp, öpüyor. Güçlü kollarında taşıyor eve kadar. Bu gösteri senelerce devam ediyor. Yüzündeki aynı gülümseme o gece de var bir anda fark ediyorum. Gülümsemesi gözlerinin içine kadar girip parlıyor, karanlıkta bile görüyorum. Neden korkmadığımı anlıyorum. Yol boyu ilerlemeye devam ediyoruz. Ben sağa sola bakınıyorum. Dar bir sokak görüyorum. Kapkaranlık. O karanlıkta bir tren bana bakıyor. Şaşırıyorum. O anı bir daha düşünüyorum. Evet, bir tren, çok eminim. İyi de sokakta işi ne? Biliyorum ki mahallenin kenarında tren rayları var. Karıştırmış olmalıyım çocuk aklımla diyorum. Yine de anımda duruyor öylece kendinden emin. O küçük çocuğa dar bir sokaktan bakan, karanlıkta saklanmış bir tren. Korkutmamış beni diyorum. Gülümsetiyor bu düşünce. Konuşmadan ilerlemeye devam ediyoruz. Niye hiç konuşmamışız acaba diyesim geliyor. Yine gülüyorum. Çocuklar meraklı sorular sormaz mıymış o zamanlar? Yoksa bize susmayı o zamandan mı öğretmişler… Aklımda tren, belki o yüzden susuyorum. Belki de daha o zamandan neyi kendime saklamam gerektiğini hissediyorum. Yürümeye devam. Kurbağalar gürültücü. İyi de bu köpekler hani nerde? İki taraflı evlerin sıralandığı bir sokağa giriyoruz. Bahçeleri hatırlıyorum. İçinde ağaçlar, çiçekler, asmalar. Kimi bahçenin önünde hafif tepelikler, kötü kokuyor. Yüzümü ekşitiyorum. Elimle burnumu kapatıyorum. Bir iki tavuk gıdaklıyor bahçelerin içinden. Babamın sesi çıkıyor nihayet. Az kaldığını söylüyor. Ve gerilerden gelen köpek sesleri nihayet duyuluyor. Babamın telaşla bana baktığını fark ediyorum. Babamın gülümsemesini göremeyince yüreğimde bir ürperti. Köpek sesleri daha güçlü duyuluyor. Babamın adımları hızlanıyor, ben koşturuyorum niyesini bilmeden. Yetiştik, bak şurası, annen bizi bekliyor diye karşıdaki bir evi gösteriyor babam. Babamın paniği içime işliyor. Eve girmeden köpekler arkamızda beliriyor. Babam bana doğru eğilmekte. Babam korkuyor. Beni kucağına alacak. Bir anda olan oluyor. Babamın önüne geçip kollarımı açıyorum.

‘Korkma baba! Ben o köpekleri döverim!’ diyorum. 

Beni bir gülme alıyor o anın görüntüsü karşısında. Sırtım dönük, babamın tepkisini bilmiyorum. Muhtemelen ne yapacağını şaşırmıştır. Gerisi bir türlü aklıma gelmiyor. Nasıl burada biter en heyecanlı yerinde diye kendi kendime kızıyorum bir yandan gözümde yaşla. O zamanlar ne de cesur muşum diyorum. Köpekler sonrasında ısırdı da korkup bu anıyı derinlere mi gömdüm acaba diye düşünüyorum. Travmaların uçuştuğu bu son yıllarda ben de rüyam sayesinde birini çözdüm diye seviniyorum. Listeden biri daha silindi diyorum komik bir durum yaşanmış gibi dalga geçerek. Köpeğin ısırıp ısırmadığı kafama takılıyor. Sabah olunca babama sormaya karar veriyorum. Ayaklarımdaki sıcaklık uykuya hazır olduğumu belli ediyor. Bir iki dönüşe kalmaz uyurum diyorum. Başka bir rüyaya dalıp gidiyorum.

27 Şubat 2023 Pazartesi

Sorun Sorun Üstüne

Sabahın altısı. Gün ağarmasına bir saat var. Diğer odada alarm sesi. Yine uyanması gereken kişinin yerine ben uyanıyorum. İçimde kabaran öfkeyle tam bağıracakken bir bıkkınlık hissi. Ağız dolusu boşalan bir nefes ve sonrasında anlayışlı bir annenin sesi,

'Oğlum uyan.'

İçeriden  uyanmayacağı tonundan belli uyku semesi bir cevap,

'Tamam.'

Saat altı buçuk. Otomatik tavırlarla telefonun alarmını kapatıyorum.

'Saat altı buçuk oldu. Çabuk kalk!' 

'Tamam.'

'Çabuk diyorum sana.'

'Bi dakka kalkıyorum.'

'Bi dakkaya uyursun. Kalk dedim.'

'Kalktım.'

Saat yediye beş var.

'Anne ben çıkıyorum.'

'Tamam, geldim.'

Kalkıp kapının önünde öpüyorum yanaklarından. Sıkıca sarılıp iyi dersler diliyorum. Merdivenleri inerken el sallıyor bana. Bakıyor el sallıyor muyum diye. Gözden kayboluyor. Kapatıyorum kapıyı. Yatağa dönesim yok. Ortalık aydınlanmış. Kahvaltı için erken. Geçiyorum bilgisayarın başına dizi izlemeye. Uykum gelsin de yatayım istiyorum. Gözlerim mayhoş mayhoş bakıyor. Uyusaydım iyiydi diye geçiriyorum. Bir yandan da yatınca uyuyamıyacağımı biliyorum. Bir kaç bölümden sonra sıkılıyorum. Telefonu kurcalarken depremle ilgili bir video dikkatimi çekiyor. Depremde yıkılan binalar, ölen canlar, evsiz kalan insanlar, izdiham, soğuk, açlık, sefalet, kızgınlık, öfke, kabulleniş ve kader... Yine her telden söylem. Ölen insanların suçlusunu bulmak, yaşanan felaketin acısını çıkartmak, bir yandan yaraları sarmak her deprem sonrası gerçekleşen ana maddeler olarak sıralanmış. Ve değişmeyen bu sürecin yarattığı sinir ve çaresizlik insanları ikiye ayırmakta. Kadere inanmayanlar, kadere boyun eğenler...

Bundan bir kaç yıl önce yaşanan virüs salgınındaki olay ve tepkileri düşünüyorum. Öncesinde yaşanan ekonomik krizi, bir öncesinde savaşı.Travmatik olaylar seyri diyorum kendi kendime. İnsanlık tarihini irdeliyorum. İnsan ya yavaş öğreniyor ya yavaş gelişiyor, belki de hiç değişmiyor. Hep aynı tepki verilmez ki diye serzenişte bulunuyorum. Sebep ne olursa olsun gidişatın tıpatıp aynı olması... Bir anda zincirleme bir reaksiyonla  arkadaşıma sudoku öğretme süreci aklıma geliyor.

'Aynı satırda ve sütunda her rakamdan bir tane olacak. Bu kadar basit. Anladın mı?'

'Evet.'

Bir hafta sonra,

'Kaç tane yaptın?'

'Ben bunu yapamıyorum. Kızma! Gerçekten denedim ama kafam almıyor benim.'

'Tam olarak neresini almıyor?'

'Hiçbir yerini.'

'Peki öğrenmek istiyor musun?'

'İstediğimi biliyorsun!'

'Neden?'

'Artık değişmek istiyorum.'

'Öyleyse seninle birlikte adım adım ilerleyeceğim. Bana fotoğrafını çek gönder.'

İlk sudoku bittti. Derken iki, üç, beş, on. Her gün bir tane. Ve her seferinde aynı sorun,

'Bu rakamı neye dayanarak buraya koydun?'

Cevap yok.

'Öylese bu işin kurallarını bir koyalım önce,

Kural 1: Kesin bilgi üzerinden gitmelisin. Sana ip uçları verilmiş. İyi incele. Varsayıma güvenme! Farkında mısın bilmiyorum ama günlük yaşantın da varsayımlar üzerine kurulu. Ya şöyleyse ya böyleyse diye. Ortada fol yok yumurta yok sen tonla hikaye uyduruyorsun kafandan ve insanları söylemedikleri şeyler için kesin öyle der, düşünür, yapar diye damgalıyorsun.'

'Haklısın!'

Haklı olmamın kime faydası var ki!

İkinci haftada nihayet bir kıvılcım çıkar gibi oluyor. Mutlu hissediyorum. Karşımdakiyse sabırsız. Bir an önce kendini kanıtlamanın derdinde. İlk seferdekilere benzer hatalar; tek farkla,

'Neden üçü değil de altıyı seçtin?'

'Yani, ikisinden biri gelmek zorunda.'

'Ama neden altı? Kesin bilgin var mı?'

'Yok.'

'Kural 2: Yüzde ellilik bir seçim zanna dayalıdır. Birini seçtiğinde sonucun doğru çıkması senin bilginle ilgisi olan bir durum değil. Kural bire geri dön.'

'Anladım.'

Bu anladımın üzerinden aynı hata bir hafta daha sürdü. Fakat çözme hızında bir gelişme oldu ve bana gönderilen fotoğraf sayısı azaldı. 

'Biliyor musun sanırım bu sudokudan zevk almaya başladım. Fırsat bulduğum her arada elim ona gidiyor. Hem geçen iş arkadaşım beni çözerken görünce 'O! Sudoku mu? Harika! Ben beceremiyorum', dedi. Nasıl mutlu oldum anlatamam. Sayılar eskisi kadar korkutucu gelmiyor gözüme.'

Kocaman bir rahatlama hissi,

'İsteyince yapabileceğini biliyordum. İki haftaya orta seviyedekilere geçebilirsin. Ha gayret!'

Ve tökezlemeler peş peşe sıralandı. 

'Bir daha dikkatlice bak!'

'Sütunu kontrol et!'

'Orada aynı rakamdan görüyorum sanki! Yeniden çöz!'

'Niye o rakamı seçtin?'

'Kesin delilin ne?'

Bir hafta didindik durduk. Sanki başa döndük.

'Kural 3: Mantığını anlayana kadar yaptığın yanlış ile sonrasında yaptığın yanlış; siyah ve beyaz kadar farklıdır. İlkinde bilinçsizlik, ikincisinde dikkatsizlik söz konudur. ilkinde affedilirsin ama ikincisinde cezayı hakedersin.'

Bir mızmızlanma aldı başını yürüdü,

'Bence bunda bir hata var.'

'Bir türlü bulamıyorum. Bence yanlış.'

'Yok işte yok!'

'Kural 4: Gözünün önünde duran bir rakamı sen göremiyorsun diye yok sayamazsın. Senin göremediğini bir başkası rahatlıkla görebilir.'

Nihayet orta seviyeye kutlamalarla geçtik. Geçtik geçmesine de ne sorunlar değişti, ne şikayetler.

'Bu daha zormuş. Diğerleri neydi ki canım! Bir de o kadar gözümde büyüttüm durdum. Fakat bunu yapabileceğimden emin değilim.'

'Gerçekten bunlar çok zor!'

'Bir hata olmadığına emin misin?'

'İki gündür bundayım ama hala bulamıyorum.'

'Kural 5: Her rakamın bir yeri olduğuna göre olmaz diye bir şey yoktur. Bahaneler üretmek, kaçmak demektir. O an için olduramayan, sonuca ulaşamayan, yeterli dikkati verememiş olan kişidir. Karmaşıklık sırasına göre basitten zora doğru gidilerek gelişimde yol alınır. Sabretmeyi bilmelisin.'

Orta seviyede geçen dört haftanın sonunda artık ne bir şikayet ne bir hayıflanma geldi. 

'Biliyor musun geçen iş ile ilgili bir sorun çıktı ve bil bakalım ben ne yaptım? Hiç paniklemedim ve sudokuda söylediğin kurallara göre hareket edip gözden kaçırdığım şeyi buldum. Anlatamam sana nasıl kendimle gurur duyuyorum.'

Gözlerim mi doldu ne? Kalbimde bir çarpıntı, bir burukluk, bir heyecan, bir, bir, bir... 

'Ben de seninle gurur duyuyorum. Ve son kez özetle şunu söylemek istiyorum. 

Kural 6: Sudokuda zaten tamamlanmış bir tabloyu yeniden tamamlıyoruz. O ne eksik, ne yanlış, ne çözülmeyi bekliyor. Sadece görmemizi istiyor.'

Sudoku üzerinden çıkarttığım bu kuralların hayatın ta kendisi olduğunu düşünmeden edemiyorum. Basit bir sorunla başlayan yaşam her katettiğin aşamada zorlaşsa da kendini tekrar ediyor. Her sorun bir çözüme, her çözüm başka bir soruna gebe. İlerlemek dediğin şey daha büyük belaların içine atılmak mı?

Saate bakıyorum öğleni geçmiş. Boş düşüncelerle işin ne diyorum kendime, git işlerini yap. Düşünerek evi temizlemenin bir yolu henüz bulunamadı. Hem düşünsen ne olacak, faydan kime? Bak problem çözmenin de bir anlamı yok. Sonuçta daha büyüğüne davetiye. Bırak olduğu gibi kalsın diyorum dediğime inanmayarak. Buraya nereden gelmiştim diye ipin ucunu bulmaya çalışıyorum. Sonra hatırlıyorum deprem videosunu. Depremdeki evleri. Müteahhitleri. Japonya'yı. 

Japonya'nın depremden daha büyük bir sıkıntısı olmalı demek ki diyorum; bunu aştıklarına göre. Japonya hakkındaki bilgileri düşünüyorum; böylesine gelişmiş, zengin, ferah, çalışkan, köklü bir kültüre sahip, doğayla barışık, birbirlerine saygılı, en azından bizim gördüğümüz kadarıyla, bir ülkenin nasıl olur da çok büyük bir derdi olur? Bir anda aklıma intihar vakaları, insanların kimliklerini değiştirerek ortadan kaybolmaları, nüfusun giderek azalması, bilim kurgudan çıkma tuhaf sanal sosyal ilişkileri geliyor. Kim bilir daha bilmediğim neler var diyorum. Yalnızlık ve mükemmelliyetçiliğin getirdiği baskı! Hatadan öleyisiye utanç duyma! Toplumdan dışlanma ve sonuç yine ölüm yine ölüm...

Kapı çalıyor. Açıyorum.

'N'aber güzellik!'

Ergenim laf atmayı öğrenmiş. Gülüyorum. 

'Yakışıklımı bekliyorum', diyorum. 

'Çok açım. Ne yaptın?'

'En sevdiğini.'

'Sen bi'tanesin', deyip yanağıma bir öpücük konduruyor. Buram buram bir ter kokusu. Gömleği ıslanmış, kazağı omuzda atılı, tek eliyle ucundan tutuyor. Ellerini yıkamaya giderken çantasını ve kazağını yine ortalık yere bırakıyor. Kafamı iki yana sallayıp önce yerden kaldırmak için eğiliyorum. 

'Buraya gel' diye sesleniyorum sonra.

'Al şunları yerden.'

Alıp odasına giderken mutfağa geçiyorum. Yolun henüz başında olmasına çok seviniyorum.

15 Şubat 2023 Çarşamba

Her güzel şeyde...

Flütün sesi acıklı mı, hüzünlü mü, hasret mi yüklü bilemedim. Bir nefes, rüzgar olup o küçük deliklerden geçerken nasıl oluyor da böyle farklı duygulara dönüşebiliyor aklım almıyor. Masamda oturmuş, karşımda duran pencereden binaların kıyısından köşesinden görebildiğim gökyüzüne bakıyorum. Bulutlar sanki işittiğim sese kulak vermiş de gri renklerini toplamaya başlamış. Bu dinlediğim hüzün olsa gerek! İçimde bir yerlerde de bir grilik, bir mavilik ama koyusundan. Elimi kaldırmak istemiyorum. Başım oturduğum koltuğa düşüyor. Gözlerimde bir yanma. Uykumu tam alamadım ondan diye düşünüyorum ama içten içe biliyorum onunla ilgisi olmadığını. Seneler önce kaç uykusuzluğa dayandılar. Şimdi istediğim kadar uyusam da aynı durum, güçleri yetmiyor. Flütün işi mi bu düşünceler diye kendimi toparlıyorum. Müziğin açık olduğu sayfadaki görüntü dikkatimi çekiyor. Bir kadın, bir erkek. Belli! Bir ayrılık var, bir kavuşamama, bir ıstırap, bir yoksunluk. Belli! Dayanılmaz bir yük var yüzlerinden anlıyorum. Kadının üstündeki kat kat kimono benzeri kıyafetlerdeki tek renk olan kırmızı, açık, koyu, düz, desenli iç içe, ayrı ayrı özenle tasarlanmış. Siyah çizgiler yakasında. Yakanın kenarından gözüken içinde beyaz bir iç kıyafet daha. Boynu adama dönük, sırtı adama yaslanmış. Simsiyah uzun saçları özenle yanından akıtılmış. İncecik bir tutam yüzüne ahenkle savrulmuş. Gözleri kapalı. Adam göğsünü ona yaslanmış, yaralı. Boynu kadının omzunda. Kara bir kıyafet asil, zarif, gururlu. Yanağında kan. Uzun saçları tepeden olağanüstü bir tokayla tutturulmuş. İkisi de koyu renkli bir atın üstünde. Atın sadece tek kulağı görünüyor. Arka fon yine karanlığa bürünmüş, gece, uçurum, belirsizlik, son. Adamın da gözleri kapanmış. Zaman dursun, zaman donsun, zaman sonsuza kadar o anda kalsın istiyor. Görmek istemiyor sonrasını. Bundan sonrası pişmanlık, bundan sonrası zulüm biliyor.

Bu an diyorum, bu an, işte tam da bu an gerçek olmayan bu gerçeklik kimin? Bu görüntü, bu hisler... Bir film sahnesinde yaşanan, bir kareyle sonsuzlaştırılan, yalan olduğunu bildiğin, yine de seni sarmalayan bu duygu kime ait? Bir insana! diyor içimdeki ses. Ne zaman yaşadığının önemi olmayan, kişisi bilinmeyen... İnsan! Ayrılmışsa, kavuşamamışsa, kaybetmişse, doyamamışsa, açsa, yanıyorsa, elinden bir şey gelmiyorsa, gücü yetmiyorsa görüntüde kimin olduğunun ne önemi var? O sahnenin yalan olmasından kime ne... O an! Seni böyle yakalar kıskıvrak. O an! Duyguların seni sen yapar.

İlk kez acımıyorum kendime. Bütün bu hissettiklerim diyorum, ne kadar güzel. Bunlar yaşanmak için var, ben yaşamayacaksam niye varım... İlk kez diyorum, beklentisiz, çıkarsız, katıksız, sadece sevgi olduğu için sevmeyi gerçekten öğrendim mi? Bu fark ediş beni derinden sarsıyor. Aynı müziği defalarca dinliyorum. Biliyorum, geçecek göz açıp kapayana kadar bu duygu seli. Doyasıya tatmak istiyorum. Derin bir nefes alıyorum, insan olmak ne güzel! Bu kadın, bu erkek, bu kıyafetler, bu tablo, bu yaşattıkları; sonsuzluk diyorum. Ben sonsuzlukta kimi sahneliyorum... Başım geriye bir daha düşüyor. Tavanda püskürtme boya yıldızları anımsatıyor. Yıldızlar, sonsuz kadar. Bu yıldızlardan biri olmak istiyorum. Flütün sesi bir alçalıp, bir yükseldikçe, içimdeki dalgalar da ona eşlik ediyor. Ben diye bir şey var mı diye soruyorum. Olmalı diyorum. Bir ben olmalı. Sonra benim gibi kaç ben var diyorum şu dünyada. Benler... Bu benler kim, bu benler ne bilmiyorum. Bu duygular kaç bene aynı hissi yaşatabilir diyorum. Duygular mı aynı, benler mi yoksa hepsi farklı farklı mı? Aynı olan bir şey olmalı. Duygular diyorum, duygular olmalı. Bunu paylaşmak istiyorum seninle ama olmaz diyorum, yapamazsın. Bunlar benim. Başka bir ben bilmez. Başkası senin gibi hissedemez. O zaman diyorum duygular farklı. Yo diyorum, hayır. O da bu duyguları başka bir tabloda hissedecektir. Yoksa insan insanı anlamaz ki! Vaz geçiyorum paylaşmaktan. Zamana bırakıyorum, beni bilmen çok da önemli değil diyorum. Yalan söylüyorum kendime. Gökyüzü daha da kararıyor. Ben seviniyorum bir genç kız gibi hüzünlü hissetmekten. O zamanlar değerini bilmediğim, atıp içimden kurtulmak istediğim tüm duygularımı istiyorum şimdi. Hepinizden özür dilerim. Affedin beni!

Flüt uzun bir nefesle susuyor. Görüntü değişiyor. Ben değişiyorum. Gökyüzü ayak uyduramıyor hızımıza. Tül perde dışarıdaki loşluğa kendince bir aydınlık veriyor. Masamdaki çiçeğin yeşilini parlatıyor. Yeşil, müziğin huzurunu yansıtıyor. Aklımda sen. Varsın binlerce yıl olsun aramızda, ben başka diyarda sen başka diyarda ol ne çıkar. Aramızda duygular olduktan sonra...

12 Şubat 2023 Pazar

Hop Hop

Neredeyse bir saat olacak. İp kafesle çevrili trambolinde zıplamaktan ter içinde kalmış oğluma bakıyorum. Bu ne enerji! Bakışlarım trambolin çevresinde gezinirken alttaki yazıya takılıyor.

'Bir saat beş lira. İki saati yedi buçuk lira.' Derken derken yok artık,

'Tüm gün elli lira.' Daha neler! Dertleri çocukları öldürmek mi? Oğluma bakınca ne kadar zıplayabilir ki diye düşünmeden edemedim. Belki bıraksam gerçekten de saatlerce zıplayabilirdi. Oturduğum yerde kendimi yorgun hissettim. Tek elim kıpırdamadan, popomun üzerinde oturmak yormuştu beni. Garip! Bir çocuğa, bir kendime baktım. Hiçbir şeye aklı ermeyen, her adımı hatalarla, şaşkınlıkla dolu geçecek belki on beş, belki yirmi, belki de otuz yıllık bir zaman. Buna rağmen gücün, kuvvetin, enerjinin doruklarında gezinip, onu pervasızca harcamak. Ve ben yaşlarına gelip dinginliğe, bilgiye, deneyime ulaştığında sahip olduğun bu nimetleri kaybetmeye başlamak. Tahtırevalli gibi, terazi gibi, kum saati gibi birinin gelmesi için gitmesi gereken diğeri. Kafam karıştı, hüzünlendim önce. Sonra bir kızgınlık peydah oldu. Neden dedim içimden neden? Neden bir insanın onlarca küsür yılı heba olup gidiyor anlamadan, bilmeden? Küçük maymunlar gibi etrafta hoplayıp zıplayarak, itişip kakışarak, deliler gibi bir enerji içimizden fışkırırken onu heba ederek geçiyor anlayamadım. Üstelik bir saatten sonra yalvarsan bile tutamıyorsun içinde. Ne acı!

Oğlumla birlikte sırılsıklam olmuş çocuklara bakmaya devam ettim. Dışarısı soğuk, onlar alev atıyor. Alevi kendi teriyle söndürüyor. Yazık oldu diyorum onca güce, boşa gitti. Biraz da bana versen ya! Gözüm torununu getirmiş bir dedeye takılıyor. Görüntü içimi daha da acıtıyor. Bu ne dengesizlik! Sonra kendi kendime,

'Yo niye dengesizlik olsun ki!' diyorum. Her şeyin bir bedeli var bu dünyada. Bu kadar aç gözlü olma diye söyleniyorum. Hem çocukluk, hem gençlik, hem ihtiyarlık aynı anda senin olamaz.

Açılan kapıdan bir rüzgar içeri savruluyor. Ürpertiyor. Zihnime bir dinginlik geliyor. Hücreler birbiriyle iletişime geçiyor. Başlıyor bir hayal.

'Bu enerji acaba nasıl toplanır? Güneş enerjisini, suyun, rüzgarın enerjisini toplamıyorlar mı bu da toplanır belki.'

İstemsizce bir gülme geldi çocukları sömürmeye çalıştığımı düşününce. İlla bir işe yarattıracaktım onları. Çocuk işçiler!

'Yok ya ne çocuk işçisi! Onlar keyfine bakarken giden şeyleri yakalamak benim derdim', diyorum hala içimden gülerek. Dudaklarımı ısırıyorum, biri benim kendi kendime güldüğümü görüp garipsemesin diye. Etrafıma bakınıyorum çaktırmadan. Kimi çocuklara, kimi kendi aralarında sohbete dalmış. Camların neredeyse dışarıyı göstermeyecek kadar buğulandığını fark ediyorum. Ruhum daralıyor. Sanki herkes oksijeni tamamen emmiş de nefessiz kalacakmışız gibi bir his. Kendimi dışarıya atıyorum. Bir oh çekiyorum soğuğun yüzümü yalamasıyla. Titriyorum ama olsun, iyi geliyor. Babaların çoğu dışarıda, ağızlarında sigara, ellerinde telefon ya konuşuyorlar ya internet sayfalarında geziniyorlar. Soğuğun etkisini azaltmak için ileri geri yürüyüşe başlıyorum. Başlamamla içerideki düşünceler akın ediyor.

'Nasıl toplanır bu enerji? Nasıl? Hareket enerjisi', diyorum ve dank ediyor. 'Su ve rüzgar da hareket değil mi? E o zaman hareketten elektrik oluşuyor. Evet, evet', gözlerimi sıkıyorum sanki kaçmaya çalışan bir şeyi yakalayacakmışım gibi. 'Bu zıpzıpların altına o hareketi toplayan bir şey konsa, sonra o elektriğe dönüştürülse al sana toplanmış enerji'. Bir evreka edasıyla seviniyorum. Dünyayı kurtardım. Kıkırdıyorum sonra, benimkisi Amerika'yı yeniden keşif. Kesin birinin aklına gelmiştir bu düşünce deyip telefona atılıyorum.

'Hareket enerjisi nasıl elektrik enerjisine dönüşür?' yazar yazmaz bir sürü sayfa. Bir ona bakıyorum, bir buna. Videolar bile var. Hep akü var elektriğin toplanması için ama ilk nasıl toplanmış bir türlü anlayamıyorum. Şimdi hazır aküyü almakta ne var. Derken yıllar öncesinin bir haberi. Memleketin meslek okullarından birinde çöplerden toplanan malzemelerle yürüdükçe oluşan enerjiden elektrik üreten ayakkabı. 'İşte bu!' diyorum. Bir rahatlama doluyor içime. Sonra fark ediyorum ki bunun patenti de alınmamış, bir işlem de yapılmamış. Üstüne seneler, seneler geçmiş. Acıyorum. Beyin var ama icraat yok! Ve tabi ki yabancı ülkeden bir haber ve aynı haber. Enerjiyi toplayan spor ayakkabısı üretilmiş, üstelik o çocuklardan sonra. Yazık! diyorum içimden. Ülkenin kaderi bu! Sayfalar açıldıkça yine Avrupa'da yolların altına döşenen düzenekle, yürüdükçe enerjinin toplanabildiğini görüyorum.

'Vay be! Aklın yolu bir işte!' diye seviniyorum bir taraftan. Ne yapalım, diye geçiriyorum. Sonuçta aynı dünyada yaşıyoruz. Bir, tek, eşsiz ve ortak olan bu müthiş dünyada. Birileri yapsın da kim yaparsa yapsın diyorum. Yeter ki dünya bizim verdiğimiz zararlardan yine bizim çabalarımızla kurtulsun.

İyice üşüyorum artık. İçeri giriyorum tekrar. O terden nemlenmiş, oksijeni sömürülmüş alana. Saate bakıyorum, iki saat dolmak üzere. Benimki doyamamış zıplamaya. Hadi dedikçe mızıldıyor. Biraz daha diyor. Yeter artık, diyorum, ben yoruldum. Gözünde yaşlarla iniyor, sanki teri yetmemiş içindeki suyu boşaltmaya. Öpüyorum yanaklarından. Kıyafetler perişan. Acele değiştiriyorum ne varsa. Aman hasta olmasın! Ne yaparsa yapsın ama hasta olmasın. İster yılları boşa geçsin, ister hatalar yapsın, ister öğrenmelere doyamasın, ister doğadaki tüm minik canlılar gibi boğuşarak evrilsin ama hasta olmasın, diye düşünüyorum. Elinden tutup hoplaya zıplaya çıkıyoruz dışarıya.

11 Şubat 2023 Cumartesi

Mektup

Kapı çaldı. Baktım kargocu. Acaba ne sipariş etmiştim, diye düşündüm. Aklıma bir şey gelmedi. Merak ettim elindeki koca paketi görünce. 

'Abla ben senin soy ismini biliyorum ama bu isim farklı', dedi ne yapacağını bilmez bir tavırla. Beni tanıyor anlaşılan ama ben her zamanki gibi tanıyamadım karşımdakini. O şaşkın, ben şaşkın kalakaldık. Garip bir andı. Paketteki ismi söyledi nihayet.

'A! Kız kardeşim', dedim ama ne alaka.

'Adres burası', diye kekeledi.

Kayıtlı adresler mi karıştı acaba diye düşündüm. Ne de olsa çok alış veriş ederdi. 

'Tamam, alayım, belki bir hata olmuştur', dedim. Adamcağız kararsız bir halde verdi paketi yanlış bir şey yapmaktan korkuyordu sanki.

Paket ne de ağır. Üstündeki yazılara bakınca kitap olduğunu anladım. Telefona sarılıp aradım hemen.

'Senin adına bir kargo geldi bacım', dedim hafif edalı bir tonda. Hala bir aksilik var sanıyordum.

'Açtın mı?' diye sordu.

'Yok', dedim. ' Bir karışıklık olduğunu düşündüm.'

'Açsana, hayret bir şeysin. Sana aldım', dedi.

O an yaklaşan doğum günüm aklıma geldi. Güldüm.

'Bak bakayım nasılmış? Ben de göreyim.'

'Tamam açıp fotoğrafını yollarım hemen.'

'Tamam. Ben yoldayım şimdi. Eve yetişince bakarım.'

'Tamam. Çok sağol. Ne gerek vardı böyle pahalı bir şeye.'

'Ne pahalısı be! Hayret bir şey!'

'Pahalı tabi kızım. Yapma böyle, ben sana alamıyorum.'

'Öf! Saçmalama! Mutlu yıllar. Umarım beğenirsin.'

'Beğenmem mi! Çok öptüm.'

'Görüşürüz.'

Gönül rahatlığıyla paketi açarken içimde bir heyecan yoktu. Fakat kitabın kapağını görünce kalbim güm güm çarpmaya başladı. Üzerinde 'Gökyüzü Atlası' yazıyordu. Güneş ve ayın mükemmel bir görüntüsü. Beni bu kadar tanıyor mu diye düşündüm. Gizli zevklerimi biliyor olamazdı. Tam nokta atışı. İnanılmazdı! Kitap o kadar büyüktü ki göz kamaştırıyordu. Sayfalar görmediğim bir kalitede, renkler olağanüstü. Ellemeye kıyamazsın o kadar değerli. Kalın kapağı çevirince karşıma samanyolu çıkmasın mı? Gölzerim kocaman açıldı hayretle. Bu nasıl bir görüntü! En büyük hayallarimden biri, onu teleskopla, ya da çıplak gözle rahatça izleyebilmek. Bunun için ya köye gitmeli ya dağlara çıkmalı günümüzde. İkisini de henüz yapamadım. Işıksız bir yer bulamadım daha. Fotoğraflar, resimler tek tesellim. Kitabın sayfalarını çevirdikçe coşkum kabardı, kabardı ve beni dalgalı bir denize benzetti. Köpüklü, darma duman, bir ileri bir geri, altlarda sakladıklarını dışarı vuran, üsttekileri alta iten...Müthiş bir sevgi, bir ızdırap, bir pişmanlık, bir hasret girdap olup içime çekildi. 

'Gönlü ne kadar geniş', diye düşündüm ama o hep öyleydi. Bir kardeşin olması gerektiği gibi ablasına sadık, ablasına vurgun, ablasına köle. 

Dalgalar beni üniversitenin ilk yılına attı birden. Merdivenlerden aşağıya biraz merak, biraz heyecan, biraz umutla iniyorum yo uçuyorum neredeyse. Yurdun girişine konan masaya her hafta gelen mektuplar konuluyor. Mektuplar dağ gibi. Etrafına üşüşmüş heyecanlı kalpler, titrek parmaklar, nemli gözler ben gibi kendine ait olanı arıyor. O yığının içinden görüyorum hemen ismimi. Mektuba bakıyorum ellerimin arasından. Kolay mı dokuz yüz kilometrelik yolculuktan sağ salim gelmiş, hırpalanmadan, korkmadan. Taş gibi duygusuz görüntümün altında titreyen dudaklarıma hakim olmaya çalışıyorum. Kantine gidiyorum. İtinayla açıyorum mektubu. Hatırlıyorum, gözlerimin içi gülüyor. Her bir satırı yutuyorum, dudağımın kenarındaki tebessümle. Neler neler anlatmış, ben gidene kadar kedi köpek gibi didiştiğim kardeşim. Sanki hiç saçımızı başımızı yolmamışız, sanki alt alta üst üste yuvarlanıp birbirimizi ısırmamışız, sanki tonla lafı birbirimize sokmamışız, sanki bir zamanlar birbirimize tahammül edememişiz, sanki o ikisi başka birisiymiş şimdi. O mektupların dört yıl yandaş, dört yıl sırdaş, dört yıl destek olduğunu kardeşim nerden bilsin? 

Hop dalgalar beni daha da diplere sürüklüyor. Ayaklarım kaynar suda haşlanmış, etrafımda insanlar. Sargılarımın değişmesi lazım, dayanamıyorum acıya, etrafımdakiler dayanamıyor acıma. Her yanım şeker, çikolata, oyuncak, bisküvi. Ben minicik, kardeşim benden minik. Ağlıyor çikolata diye, ben ağlıyorum ayaklarıma ellemeyin diye. Herkes kardeşimi kovuyor, sırf ben şekerle, çikolatayla avunayım da acım hafiflesin.

'Keşke benim de ayağım yansa', diyor kardeşim. Bana kin güdüyor. İçine işliyor verilmeyenler, çocuk yüreği daralıyor. Kış ayı, içerisi sıcak. Sıcak yanan ayaklarıma daha bir vuruyor. Dışarı çıkmak istiyorum. Sırayla kucaklarına alıp, soğuğa gidiyoruz. Rahatlıyorum ama onlar korkuyor üşütürüm diye. Hemen içeri sokuyorlar. Kardeşim hep peşimde, bir içeri bir dışarı. Ben emekliyorum bir bebek gibi. Kardeşim oyun oynuyoruz sanıyor, emekliyor benimle. Misafir gelince utanıyorum öyle görmesinler. Mutfağa kaçıyorum dizlerimin üzerinde hızlı hızlı. Kardeşim peşim sıra. Yine bir sürü abur cubur. Mutfakta yiyoruz doya doya. Çocuksu mutluluk ne güzel! 

Dalgalar yuvarlıyor üstlere doğru şimdi. Bu sefer hastanedeyim. Ziyaret saati bitmiş. Eşim dışarıda pencerinin altında gitmeye yüreği elvermiyor. Çocuk annemle arabada. Bir bakıyorum kapıdan giren kızkardeşim.

'Nasıl girdin?' diyorum hayretle.

'Kaçtım', diyor yanıma otururken, bir yandan gülüyor, bir yandan tutuyor kendini gözü yaşarmasın diye. Belli etmese de ben anlıyorum. 

'Ne demekmiş ablamın yanına sokmazlar beni. İşten de erken çıktım yetişeyim diye ama yol kalabalıktı. Ziyaret saati bitti dediler. Banane ben ablamı göreceğim, engel olamazsınız, dedim. Deli heralde diye düşündüler birbirlerine bakarak. Sonra, hemen görüp çıkacağım söz, dedim kapıdaki nöbetçilere. Su getirdim, istedi, onu verip çıkacağım hemen diye elimdeki suyu gösterdim', dedi zafer kazanmış edasıyla, küçüklüğündeki yaramaz, munzır haliyle. 

Dalgalar, beni düşünceler arasındaki gel gitlerle hırpalamaya doyunca duruldu, sakinledi nihayet. Bir iç çektim. Meğer ne çok seviyormuşum, kıymetini bilmeden. Meğer ne çok seviyormuş, kendi hırçınlığıyla, öfkesiyle, gururuyla, iniş çıkışlarıyla...

9 Şubat 2023 Perşembe

Sonuna Kadar ( 2. Versiyon)

Sabah okula gitmek için kalkmış hazırlanıyordum. İki bardaklık çay, altı tane köy biberi. Derken anneannem geldi aklıma. Uyanmıştır, tesbih çekiyordur. Dört biber de onun için aldım, domatesle birlikte iyice kavurdum. Çaydanlığa bakarken, Eyvah! dedim, ona yetmez ki! Hemen bir kaşık çay daha ekledim üzerine, biraz daha su. Şimdi tamamdı. Küçük yer sofrasını salona götürürken anneannemi pencerenin önündeki kanepede her zamanki yerinde, önüne çektiği kocaman, beyaz örtüsüyle ders yaparken buldum. Sobanın geceden kalma közleri odayı tatlı tatlı ısıtıyordu. Kapıyı aceleyle arkamdan kapatıp, sofrayı ve elimdeki ekmeği yere bıraktım. O sırada anneannem başörtüsünü kaldırıp, hala ağzında okuduğu duayla bana gülümsedi. Onun nur yüzü beni de gülümsetti. Mutfağın soğukluğunu hafifletti. Çay ve biberle geri döndüğümde anneannem benden önce çökmüştü masaya. 

'Her sabah şuncazcık şeyi kavurmaya erinmiyor musun?' dedi yine aynı tebessümle.

'Buncazcık olunca tatlı oluyor anane', dedim ben de ilk defa diyormuşum gibi dünkü tekrarlanan sözleri.

Nineli torunlu kahvaltımızı yaparken annem yatak odasından geldi esneyerek. 

'Kızım, bugün okuldan sonra dedenin yanına çık. Halan da olacak. Hafta sonu birlikte kalırsınız', dedi. 

Yüzüm düştü hemen, yüreğime bir ağırlık çöktü. Sırtım anneme dönük,

'Tamam', dedim sadece. Annem de sıcak yatağına geri döndü.

'Kar ne çok yağdı', diye düşündüm okuldan çıktığımda, avlunun kenarına itilip, kirlenmeye başlamış öbeklere baktım. Kimisi küçük tepecikler halindeydi, kimisi tekrar devrilmiş, içine yatılmış, darmaduman edilmişti. Artık ayaz vaktiydi, dondurucu, keskin, canını yakan cinsten bir ayaz. Elimde eldivenler olmasına rağmen parmak uçlarını hissetmiyordum. Atkımla gözlüğümün altına kadar kapamıştım yüzümü, gözlüğüm her nefes alışımda buharlanıyor, görmeme engel oluyordu. Durakta otobüslerin yazılarını zar zor okuyabiliyordum. Arada bir esen rüzgarın kulakları yoran uğultusu da cabasıydı, ortama ayrı bir kasvet katmak için özel gönderilmiş gibiydi. Neyse ki otobüsler öğle saatlerinde dolu değildi de itişip kakışmaya gerek kalmadan rahatça oturup, sıcaklığın tadını çıkararak gidebildim. İnince soğuk daha bir katmerlendi. Gevşemiş vücudumu sımsıkı sardı bir anda. Yokuş yukarı yürürken, askeriyenin yenilenmiş sınır telleri dikkatimi çekti. Bir yaz günü, alt tarafı açılmış telin altından geçip, kendi kendine çıkmış portakal çiçeğini babaannem için kopardığım aklıma geldi. Çiçeği kökünden koparmam gerekirken ucundan koparınca gülmüştü babaannem. Böyle dikemeyiz, demişti. Üzülmüştüm. Birlikte tin tin çıkmıştık aynı yokuşu.

Eve yetiştiğimde halam açtı kapıyı. Nasıl da babaannem olmuştu, hayret! Aynı çizgiler, aynı kırışıklık. Bir bakışlar farklıydı. Boyu bile onunki kadardı. Elini öptüm, o da sarıldı bana anamın yadigarı diyerek. Gözlerim doldu ama ağlamadım. Başımı öne eğdim görmesin diye, suratımda yalancı bir tebessümle içeri girdim. O soba, o kanepeler! Ellerimi kavuşturup, parmaklarımı sıktım istemsizce. Derin bir nefes alıp, o günkü aynı yerde oturan dedemin elini öptüm. Sanki bir yıldır oturduğu yerden hiç kalkmamış gibi... Hoşgeldine benzer boğuk bir ses çıktı ağzından. Gülemedi. Seksenini geçmiş bu yaşlı adam, bir çocuktan farksızdı artık. Yersiz sinirlenmeler, yersiz ağlamalar, yalnızlıktan korkmalar... Akşam haberleri biter bitmez yatar, yanında kim varsa onu da yatmaya zorlardı. Uyuyunca ölümden kaçabileceğini mi düşünüyordu yoksa uykuda ölürse korkmayacağını mı? O zavallı zihninde dolaşan hangisiydi? Ölümden ölesiye korkmak! Her gece ölümle burun buruna olmak. Aramızdaki yetmiş yıla yakın seneye rağmen onu tek anlayan bendim. Korkusunu tek bilen ben. Ölsem de kurtulsam diyebilmek ne güzel olurdu ama diyememek cehennem azabı gibi bir şeydi. 

Yine hava karadı, yine haberler dinlendi ve yine erkenden yatıldı. Dedem salonda, biz halamla küçük odadaydık. Babaannemin hayallerinde dedemi önden öte dünyaya gönderip, ikimizin baş başa kalacağı, benim için ayarlanmış kendi odamda... 

Sağa dön, sola dön, uyumak ne mümkün! Saatler ilerlese de bana ne, geçmiyor işte. Odadaki küçük radyoyu aldım parmak uçlarımda. Dedem en ufak sese uyanır korkusuyla pür dikkat. Yavaşça çevirdim düğmeyi, sesi iyice kısıp, yorganı üstüne örttüm, gömdüm kafamı. Acaba saat kaç? Bilmiyorum, ama olmuştur epey. Bunalınca yorganı araladım hafiften. Açık perdelerin arasından yıldızlar göründü.

'Çay hazır, hadi gel balkona', diyen bir ses. Kafam karıştı. Tam kalkacak gibi oldum. Ne balkonu, dışarısı zemheri.

Yıldızlara bakmaya devam ettim.

'Her insanın bir yıldızı varmış', diyen aynı ses. ' İyilerin yıldızları parlak olurmuş.'

'O zaman babaanne senin yıldızın şu en parlak olan olsun. Hemen yanındaki de benim. Tamam mı?

'Tamam. Olsun, yan yana olsun da hangisi olursa olsun'.

Yastığım niye ıslak? Gözümden niye yaş akıyor? Neden elim ağzımda? Anlam veremedim kısacık bir an. Horlama sesleri hatırlattı nerede olduğumu. Uyudum mu bilemedim. Rüyaydı herhalde. Saat de yok ki bakayım. Ağlamam duyulmasın diye kendimi sıkınca bir titreme aldı başını gitti. Donuyorum. Dişlerim birbirine vuruyor. Sol kolum uyuşunca, soğuk bir ter boşalttım aniden. İşte dedim, öleceğim. Kalbimi biri eline almış sıkıyor. Nefes alamıyorum. Korku ne amansız şey! Baş edemiyorum. Öleceğim! Öleceğim! Gözümün önüne babaannemin namaz kılışı geliyor, ben sobanın etrafını siliyorum soğuk suyla. Su canımı yakıyor. Belli etme diyorum içimden. Dedem kanepede oturmuş, babaanneme bakıyor. Bana sesleniyor, yardım et diye. Anlamıyorum. Ne yardımı? Dedem kızmasın diye korkuyorum. Babaanneme sesleniyorum, koltuk altlarından tutuyorum, kaldıramıyorum, taş gibi. Başımdan aşağı bir ürperti geçiyor. Anlıyorum. Felç bu! Ellerim buz gibi. Üzülecek diye korkuyorum üşüdüm diye. Ellerimi ısıtmaya çalışıyorum ona dokunmadan önce, ısınmıyor bir türlü. Ağlayamıyorum, beni öyle görmesin diye. İçime akıyor her şey. Telefon etmeye kalkamıyorum, cesaret edemiyorum, kalakaldım bir şey yapamadan. Niye su dökmedin üzerine diye suçluyorum kendimi. Su atınca felce iyi gelirmiş. Niye atmadın, niye su dökmedin üzerine diye defalarca soruyorum kendime, cevap yok. Nefes alamıyorum. Öleceğim! Yok hayır felç bu. Felç geçiriyorum. Saçlarım sırılsıklam. Yorgan tepemde. Radyodan bir mırıltı duyuyorum aniden. Hoşuma gidiyor. Dişlerimin kenedi açılıyor. Müzik ne tatlı! Kalbimdeki eli çözüyor. Sonuna kadar geldim aşkın, diyor. Evet, sonuna kadar geldim diyorum ona. Ritim, sözler beni kendine çekiyor. O kadar bildik, o kadar tanıdık ki! Diyemediklerimi söylüyor. Ninni gibi. Sakinleşiyorum, duruluyorum. Ölmeyeceğimi anlıyorum. Derin bir iç çekiyorum. Bitmesin istiyorum. Yazık ettin yazık, kendinden çok bana, diyor. Evet yazık ettin bana diyorum. Gücüm kalmadı artık her yokluğunda, diyor. Gücüm kalmadı diye tekrar ediyorum. Gitar nasıl da içli içli çalıyor. Aylar geçse de, yıllar geçse de, bir ömür böyle bitse de ben seni unutamam, diye bitiyor. Unutamam, diyorum. Ezan okunuyor. Yine sabah oluyor.